Kaynak için tıklayın
Franco “Bifo” Berardi: Her yerde firar etmeliyiz.
Joker 2’yi izledikten sonra kendime sordum: Gerçek, yaşamak boş dedirtecek kadar korkunçsa, gerçeği söylemek doğru mu?
Joker 2’nin gösterildiği sinemaya yürürken Billi’ye fısıldadım: “Bu devam filmi bizi hayal kırıklığına uğratacak diye korkuyorum.” 2019’daki Joker’i hatırlıyor musunuz? Pandemi öncesindeki toplumsal kargaşa döneminin sonbaharıydı: Dünyanın dört bir yanındaki şehirler (Santiago’dan Hong Kong’a, Tahran’dan Quito’ya) kendiliğinden ayaklanmalarla sarsılırken, Joker bana artan zihinsel acının, sosyal depresyonun ve sömürü arzusunun sembolü gibi görünmüştü.
Arthur Fleck’in delirmiş kahkahasında ve Joaquin Phoenix’in dansında Reagan’cılık ve Trump’çılığı, liberalizm ve Nazizm’i, psikoz ve rekabetçi bireycilik kültünü, hız kazanan enformasyon çağını görebiliyordum.
Devam filminin fragmanını izlediğimde kendi kendime dedim ki: O distopik büyü, o acı gerçeklik dozu yeni bölümde devam edemezdi. Joker 2’nin, Hollywood tarzı mutlu bir sonla, beni hayal kırıklığına uğratacağından korkuyordum.
Ama yanıldım. Sinemadan ayrıldığımda Todd Philipps’in çağdaş hayal gücünün prensi olduğuna ikna oldum; yaşadığımız zamanın karanlık Zeitgeist’ının, yani soykırım zamanının yorumcusuydu o. Bugünün Auschwitz’i, İsrailli işkencecilerin bizi görmeye davet ettiği bir şovdur artık.
Lady Gaga’nın sesi cam kırığı gibi acıtıyor. Phoenix’in dansı, metropol şiddeti ile işkence gören bir bedenin acılı, biçimsiz zarafeti. Umut kalmadı, diyor Lady Gaga, eğlence dünyası dışında. Yalnızca kurguda âşık olabilir, sadece kurguda yaşayabiliriz.
Aslında Arthur Fleck ve Harley Quinn müzikalin hayali sahnelerinde mutlu bir evli çift.
Aslında, onlar mahkumlar; kronik depresyonda olan ve bünyeleri zorunlu psikotropik ilaçlarla doldurulmuş insanlar. Joker mahkemede var olmadığını, Arthur Fleck olduğunu ve hayatının bellek ve varoluş tarafından sonsuza dek mahvedildiğini ilan ettiğinde, kız arkadaşı onu terk eder çünkü artık onu sevmiyordur. Yalnızca kurgusal eğlence dünyası içinde mutlu olabileceğimizi söylüyor. Ben Joker’i seviyordum, Arthur Fleck’i sevemem.
Gerçek bu kadar korkunç
Joker 2, çok acı verici bir şekilde bitiyor, Hollywood tarzı mutlu bir son değil kesinlikle. Hayatın gerçekdışılığı hakkında gerçekçi bir film; daha doğrusu, bu gerçeklikte yaşamanın imkansızlığı hakkında bir film. İroni üzerine bir film bu, ama öyle üzücü, öyle çaresiz bir ironi ki, soruyorum kendime: Gerçek bu kadar korkunç olduğunda gerçeği söylemek meşru mu? Gerçek, yaşamaya çalışmaktan caydıracak kadar korkunç olduğunda bile, söylenmeli mi?
Ne yapıyorum?
O an kendimi düşünürken buldum: Ne yapıyordum? Ne işe yarıyordu? Bu blogu yedi sekiz aydır güncel tutuyorum ve birkaç bin okuyucuya ulaşıyor. Ama ne işe yarıyor? Aklıma gelen – ve en samimi – cevap şu: Bu blogu, beni yutan yaşam ve dilin her biçimini içine çeken uçuruma karşı duyduğum umutsuzluk ve çaresizlik hissimi tedavi etmek için yazıyorum. Bugün Filistin’de tekrar şahit olduğumuz, bu sefer dünyanın gözü önünde gerçekleşen Auschwitz dehşeti, bana acı veriyor, dünyadaki acıya tamamen duyarsızlaşmamış olan herkese acı verdiği gibi.
Ama kendime sordum: Acımı ve hayal kırıklığımı özel hayatımda, sessizlik içinde, belki birkaç hap alarak halledemiyor muyum? Acımı ve umutsuzluğumu alenen ortaya koyarak gençleri, özellikle de yılgınlığa kapılmamaları ve mücadeleye devam etmeleri gereken gençleri, incitme riskini taşımıyor muyum? Bu sorular üzerine düşündüm ve kendime bazı cevaplar verdim.
Ne yapıyorum?
Keşfetmeye zorlandığımız karanlık uçurumun haritasını çıkarmaya çalışıyorum. Nerede olduğumuzu bilmek, bilmemekten daha iyidir ve uçurumu haritalandırmak, uçurumda yaşamak zorunda olanlar için faydalıdır; uçurumu olabildiğince mutlu yaşamanın gerekli bir koşuludur. Kaçınılmaz olanın haritasını çıkarıyorum ki, birileri tahmin edilemeyenin kuytularında nasıl saklanacağını bilsin. 11 Eylül 1973’te Pinochet ve Kissinger tarafından başlatılan liberal-Nazi saldırı dalgası demokrasiyi rafa kaldırdı ve herkesin hayatını hüzne boğdu. İşçilerin enternasyonalizminin yenilgisinden bu yana, savaş her köşeye geri döndü. Patlayan ve yayılan savaş, Gazze’nin sembol ve merkez olduğu sömürgeci ve soykırımcı bir savaştır.
Bu intihar tedavisi
Toplumsal organizma bir çaresizlik durumunda, pasifliğe ve depresyona indirgenmişken, Batı, bir bunaklık bataklığına sıkışmış durumda, ancak, gezegendeki yaşamı yok edebilecek bir teknik-askeri güce sahip. Geçen yüzyılın tarihi, faşizmin ve savaşın depresyon için bir tedavi işlevi görebileceğini gösteriyor. Saldırganlık, depresif organizma üzerinde amfetamin gibi bir etki yapar, ancak bu intihara meyilli bir tedavidir. Amfetamin, depresif bedene gece boyunca birkaç saatliğine coşku verir, ama sabahın beşinde pencereden atlatır. Bu intihar tedavisi, bugün çok daha büyük bir ölçekte tekrarlanıyor: Milliyetçilik bu intihar tedavisinin adı ve savaş depresif enerjileri seferber ediyor, onları yıkıcı bir girdaba fırlatıyor.
Bizi bu kara delikten çıkarabilecek psikopolitik strateji nedir? Günümüzdeki psikolojik atmosferin en güçlü akımı, depresif pasifliktir. Belki de bağımsız bir öznelliğin ortaya çıkmasının koşulu, depresif semptomun bilinçli ve kolektif olarak sahiplenilmesinde yatıyordur. Bazen semptomları reçete etmek psikolojik acı için etkili bir tedavi olabilir.
Kolektif bilinçdışında, tüm enerjileri geri çekme ve toplumsal oyundan uzaklaşma eğilimi var. Bu ricat, bu terk etme isteği, bu pasiflik, bilinçli ve sistematik hale gelirse, muazzam bir güç olabilir. Milliyetçi katiller ülkenin savunulması çağrısında bulunduğunda, birçok kişi şöyle düşünüyor: Bu domuzlara itaat edeyim diye ölmek ya da öldürmek istemiyorum. Firar etmek kolay değil, ama firar etmek şart.
Günümüzün Nazi-liberalizmi koşullarında, toplumsal yaşamın her alanı bir savaş alanıdır: Rekabet savaştır ve rekabet her yerdedir. Bu yüzden her yerde firar etmeliyiz.