Derin Dondurucu Selim Temo Onunla oturunca kimsenin bizi adam yerine koymadığını fark etmiyor değiliz. Çaylar geç ve soğuk geliyor, bazen gelmek bilmiyor. Patronlar paramızın olmadığını düşünüyor olmalı. Weysî’yle hep orada karşılaşırız. O bir yere gitmez, hep bir yerden erken saatte çıkıp oraya gelir, ben hep bir yere giderken oraya giderim. Garajın ötesinden boğuk silah ve bomba sesleri gelir. Eskiden de böyleydi. Bir ara böyle değildi. Şimdi hep böyle. Weysî de mi kim? Onu taksitlerini zamanında yatıran orta sınıfa, saygın okura neden anlatayım ki? Başka bir hayatı tanısınlar diye, öyle mi? Bunun için kalemimin aracılığına gerek yok. Weysî kıtlığı mı var sanki? Çevir yoldan bir Weysî’yi, arkadaş ol, otur bir çay iç! Çay içiyoruz. Sabahtan beri sadece iki kundura “boyalamış”, ama çorba paramız bile var. Dolmuşların biri gidip biri geliyor. Her zamanki çığırtkan hava yerini gazete sayfalarını çeviren mırıltılara, sesleri birbirine karışan televizyonlara bırakmış. Seyyar satıcıların boş bıraktığı her gölgeye insanlar birikmiş. Herkesin bir şeyi, birini beklediği yerde oturmuş Weysî’yle çay içiyoruz. Weysî çok dolu bu aralar. Ağzındaki kırık, çürük dişlerin arasından “eyle bir canım sıkılıyi” cümlesini tıslıyor boyuna. Etrafına bakıyor, kirle güzelleşmiş parmaklarıyla namluları gösteriyor, bana dönünce beraber oturduğumuzu unutmuş gibi tuhaf şekilde bakarak “eyle bir canım sıkılıyi” diyor yine. Eskiden böyle değildi. Eskiden bir aileye bakan taşra öğretmenleri süklüm püklüm olurlardı. Şimdi sadece kendilerine baktıkları için olacak mekâna uymayan, görünür bir şıklıkları var. Eskiden yabancılarla yerliler göz göze gelirlerdi, artık herkes gözlerini öte yana deviriyor.
Weysî’nin mesleği yüz metreden bilinir. Bu yüzden kimsenin ayaklarına kadar eğilerek “ez boyax kim” (boyayayım mı) ya da “boyalayım abê” diye sormuyor. Eskiden böyle değildi Weysî, ne olursa olsun yevmiyeyi doğrulturdu. Şimdilerde böyle. Canı sıkılıyi. Okul okumamış, benim gibi dünyanın seçkin salonlarında kahkahasını akort eden steril yüzlere taşralı bir züppelikle söylediği bir şey olmamış. Hugo’nun Les Misérables (Sefiller)’ının ilk cümlelerini yazdığı evin önünden bile geçmemiş! Namluların bize dönük olduğu yerde canı sürekli sıkılıyi. Namlulara alıştık Weysî’yle, korkmuyoruz hiç. Korku, kendin için duyduğun bir şeyse, anlaşılır ama anlayışla karşılanır bir duygu değildir. Ama zamanın böyle anlarında başkası için korkarsın. Bu anlaşılır bir duygudur işte. Böyle tuhaf şeyler konuşuyoruz Weysî’yle. Eskiden böyle değildik, böyle şeyler konuşmazdık. Kızlardan bahsederdi o, ben oğlumdan, öğrencilerimden bahsederdim. Birbirimizden sıkılınca şimdiki gibi çay içerdik. Ama şimdi sürekli olarak canımız sıkılıyi. İşler iyi olsa da sıkılıyi, 30 kundura boyalasak da, çorba sıcak olsa da. Değişmiyor. Hava hâlâ sıcak. Ne yapılır? Soğuk su içilir. Soruyorum, istemiyor. Canı sıkkın. Kirden kalınlaşmış parmaklarıyla bir lokantanın kapısındaki “derin dondurucu”yu gösteriyor bu kez. Önümüze dönüyoruz, canımız sıkılıyi. “Derin dondurucu” denince aklıma adı hem İngilizce (Kick off) hem de Türkçeye (Başlama Vuruşu) yanlış çevrilmiş “Şwênek bo Yarî” filmi geliyor artık. Şewket Emîn Korkî’nin filmi, “A Field to Play/Oyun İçin Bir Saha” diye çevrilmeliydi. Evlerinden sürülen Kürtler Kerkük stadına sığınmışlardır. Birilerinin kurban etlerini, konservesini, suyunu koyduğu derin donduruculara Kürtler kokmasın diye yavrularının cesetlerini koydular! Gördük. Weysî’yle her şeyin farkındayız, her şeyi biliyoruz. Çaylar soğuk gelsin, namlular bize dönük olsun, kimse bizi insan yerine koymasın, önemi yok. Göğsümüzde bir ayaklanma var, korkmuyoruz da, ama eyle çok insan inciniyi ki, eyle bir canımız sıkılıyi ki! https://twitter.com/temoselim DEM Tanzimat devri Sey Qajî (1860-1936) (Çev. S.T.) |
1813 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |