• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/tabusalcom?ref=hl
  • https://twitter.com/tabusal
Anarşist Ekolojide Teknoloji: Makinenin Tahakkümü

Dilaver Demirağ/ İtaatsiz.org

Klasik anarşizmin teknolojiye bakışında o dönemin sol anlayışında mevcut olan iki yönlülüğü görebiliriz. İlk kuşak Anarşistler dönemin sol anlayışlarının hepsinde olduğu gibi sanayi devriminin olanaklarla, fırsatlarla birlikte çeşitli felaketlere de yol açan bir gelişme olduğu kanısındaydılar. Makine olarak teknik insan emeğinin yerini alarak onu zorunlulukların kölesi olmaktan, tüketici ve zahmetli çalışmadan kurtarma olanağı taşıyordu. Anarşistler diğer sosyalistlerden farklı olarak teknolojinin emeğin verimliliğini çoğaltması üretici güçlerin gelişimini sağlaması yönüyle ilgilenmiyor, onun sağlayabileceği özgürleşme olanaklarına kafa yoruyorlardı. Diğer yandan teknolojinin merkezileşmeye, yoğunlaşamaya olanak sağladığını devlet gibi sermayenin de tahakkümünü arttırdığını düşünerek endüstriyalizme itiraz ediyorlardı. Çok erken bir evredeyken Kropotkin Telgraf tellerinin, demir yollarının neye olanak sağladığını sorgulayarak bu gelişmeleri sorgusuz sualsiz selamlayan bir ilerleme anlayışı yerine ne için ve neyin bedeli karşlığında gibi çok önemli soruları da sormuş olmaktaydılar.

Proudhon 1846’da yayımladığı “Ekonomik Çelişkiler Sistemi ya da Sefaletin Felsefesi” adlı kitabında toplum yapısını bozan iki temel çelişkiye dikkat çekiyordu. Bunlardan ilki, makinanın yarattığı çelişkiydi. Makina, bir yandan işçinin çektiği zahmeti azaltan, üretilen malların fiyatlarını düşüren, yeni buluşlara neden olan, kamusal refahı artıran bir etken olarak toplumsal açıdan faydalı diyeceğimiz bir gelişmeye yol açarken, öte yandan emek kullanımına olan ihtiyacı azaltarak işsizliğe neden olacak gelişmelerin de önünü açmaktaydı. Üstelik makina kullanımının artması , büyük ölçekli üretimin yoğunlaşmasına yol açarak toplumda sosyal eşitsizliklerin doğmasına da neden olacaktı. Makineleşme işbölümünü derinleştireceğinden diğer yandan da işçinin “buyruk ve boyunduruk” altında kalmasına, zekânın gereksizleşmesine, insanların eşit olamamasına yol açan bir sürece de yol açacaktı[i].

Proudhon’un 1851’de yazdığı “ Devrimde ve Kilise’de Adalet” adlı kitabındaki üretimde işbölümü ve uzmanlaşmaya ilişkin eleştirileri, çok sonraları uzmanlaşmaya dayanan Fordist iş sürecine yöneltilen eleştirilerin öncülü gibidir. O tıpkı Marks gibi uzmanlaşmanın sanayi toplumunda ve üretimde işin parçalanmışlığından doğan olumsuzlukların emekçiyi insanlık dışı bir varlığa dönüştürdüğünü belirterek, Şarlo’nun Modern Zamanlar filminde olduğu gibi tek işi vida sıkmak olan ve artık aletin bir parçasına dönüşen emekçi tipinin bir resmini çizer adeta. Bunun önüne geçmek için işçinin çalıştığı sanayi dalındaki üretimin tüm aşamalarına katılmasının sağlanacağı bir eğitimden geçirilmesini önermektedir. Böylece işçi, yaratıcılığının bilincine vararak, iş sürecine dair bütünsel bir bilgiye sahip olacak, çalışanın iş süreci içinde amaçlarının artması ve çeşitlenmesi, çalışma kavramının gerçek değerine kavuşmasını sağlamakla kalmayacak, onun mutluluğunun da temel koşulunu oluşturacaktır. Gereğinden fazla uzmanlaşmanın ise kişinin mutluluğunu engelleyeceği görüşündedir. Öyle ki Proudhon’un uzmanlaşmaya tümden karşı olduğu bile söylenebilir. Ona göre, herkesin belli bir eğitimden geçirilerek, bir yerine birkaç meslek sahibi yapılması gerekmektedir.

“Proudhon’un toplum tasarımı, merkezi otoriteye yer vermeyen özerk birimlerin gönüllülük ilkesi içinde bir araya geldiği bir federalizme dayanır. Bu örgütlenme modelinin temelini atölyeler oluşturmaktadır. Gerçekten de “atölye”, Proudhon’un yaklaşımı içinde anahtar kavramdır. Buna göre, toplumda kendi kendini yöneten atölyeler , işçi birliklerini (korporasyonları) oluşturacak , karşılıklı dayanışma (mutuallisme) temelinde bir araya gelen işçi birlikleri ise genel sanayi federasyonu içinde örgütlenecektir. Böylece bir bakıma, Proudhon’un deyişiyle “atölye, hükümetin yerini alacaktır.” Bu anlamda Proudhon, tarımsal yapıdaki küçük işletmeler arasındaki federatif örgütlenmeyle birlikte, yatay birleşmelerle atölyeden uluslararası federasyona ulaşan, onun “Endüstriyel – Tarımsal Federasyon” adını verdiği ekonomik temelli bir örgütlenme öngörmektedir. Ona göre, bu örgütlenme modeliyle toplumsal yapıda, daha önce değinilen makinalaşma ve işbölümünün yarattığı olumsuzlukların ortadan kaldırılması sağlanacaktır.”[ii]

Öte yandan, Proudhon ekonomide teknolojik gelişmenin varlığına da karşı değildir, yani teknolojik gelişmeye tümden karşı çıkan ilkelciler gibi değildir, ancak o bu görevi kendi ekonomik-sosyal federasyonunun temelini oluşturan tarımsal ve endüstriyel birliklere verir. Ona göre “İşçi birlikleri “Değişim Bankası” nın yönlendirmesiyle nitelikli ürünler üretmek için rekabete girişecekler, bu da onları teknolojik gelişmeye ağırlık vermeye yöneltecektir.”Ne varki Proudhon’un yaklaşımı içinde, işçi birlikleri ürettikleri malları Değişim Bankasına maliyet fiyatına vermekle yükümlü olduklarından, teknolojik gelişmeye olanak verecek bir finansal yatırım olmadığından aslında fiilen bu olanaksız olacaktır. Bu nedenle Proudhon’un aslında zanaat üretimine dayanan bir üretim modelini esas , endüstriyel gelişimi ise tali kabul ettiği söylenebilir.

Proudhon’dan sonra Anarşizmin ikinci büyük kurucu ismi sayılan Bakunin ise Marksizmin görüşlerinden büyük oranda etkilenmiştir.

“Toplumun örgütlenmesi, tarım ve sanayideki köylü ve işçi birliklerinin tabandan tepeye doğru oluşturdukları bir özgür federasyon içinde gerçekleşecektir. Buna göre,  hem tarımda hem de sanayide önce komünler düzeyinde, sonra komünler federasyonunun birleşmesiyle bölgelerde, bölgelerin birleşmesiyle de uluslararası ve kollektivist özellikler taşıyan bir toplum ortaya çıkacaktır. Böylece bu federalist yaklaşım içinde siyasal otorite etkisini yitirerek, onun yerine toplumda Bakunin’in deyişiyle “üretici güçlerin ve ekonomik hizmetler örgütünün” yani bir ekonomik federasyonun egemenliği başlayacaktır. Bu federasyonda üretim birliklerinin üstünde yeralan bir organizasyonla dünya çapındaki istatistik bilgilerinden yararlanılarak dünya sanayi üretiminin yönlendirilmesi ve malların arz talep dengelerinin sağlanması gerçekleştirilecektir. Bakunin politik merkezileşmeye tümüyle karşıyken ekonomik merkezileşmeyi uygarlığın temel koşulu sayar, öyleki onun özgürlüğü yarattığı inancındadır[iii]

Bakunin görüşleri itibari ile Anarşistler içindeki en marksizan kişidir. O daha sonra Kropotkin’de ya da öncesinde Proudhon’da olduğu gibi büyük ölçekli endüstrileşmeye, teknolojik yoğunlaşmaya, ekonomik merkezileşmeye karşı değildir. Bakunin sanayinin merkezileşmesinden, bir başka deyişle modern teknoloji kullanan büyük ölçekli sanayi komplekslerinden yanadır.  Bu yapıların toplumsal özgürleşmeye yol açacağı kanısındadır, emeğin otomasyon yolu ile sanayiden çıkması Marks’ın da Bakunin’in de ütopyasıdır, her ikisi de emekçinin bu yolla makinenin bir uzantısı olmaktan çıkarak entelektüel gelişmeye zaman ayırabileceği bir özgürlük elde edeceği kanısındadır. Bu noktada, Proudhon’un atölyelere dayanan sanayi örgütlenmesi görüşünden tümüyle ayrılır. Ne var ki Bakunin, büyük ölçekli sanayi kuruluşlarının işçi birliklerinin denetiminde olmasını gereklilik olarak sunarak bir bakıma Anarko-Sendikalizmin ve hatta günümüzdeki Konseycilik olarak bilinen İtalyan Neo-Marksizminin de fikir babası olmuştur.

Buna karşılık çelişkiler insanı olarak Bakunin’in bilim eleştirisi ise günümüz Anarşistleri ile aynı paraleldedir ve marksizmdeki pozitivizm hayranlığından tamamen ayrılır. Bakunin, her ne kadar bilimin teknolojikilerlemeyi sağlayan ve insanları her türlü dışsal otoriteden kurtararaközgür kılacak bir bir güç olduğu görüşündeyse de bilimsel uzmanlığa ve bilim adamlarının uzmanokrasisine dönük eleştirisi ile bir yerde İvan İllich gibi muhafazakâr anarşistlerin öncüsü sayılabilir.

Bakunin, bilimin yaşamın sonsuz çeşitliliğini adeta tek bir kalıba sokma eğiliminde olduğu görüşündedir (bu görüşlerinin de bir yerde Bauman’nın müphemlik eleştirisini çağrıştırdığı söylenebilir).  Ayrıca pozitivist bilimin yaptığı, soyut kavramlarla ya da kuramlarla açıklanamayacak özgüllüklerin, kategorize edilerek soyut bir genelliğin içinde eritildiği düşüncesindedir. Ona göre bilimin tiranlığı en tehlikeli, en berbat tiranlıktır.

“Bilim her zaman değişmeyen, kişiye bağımlı olmayan, genel ve soyut bir niteliğe sahiptir ve soyutlamalar, tarihin gösterdiği gibi, kolaylıkla insan kanıyla beslenen vampirlere dönebilirler.”[iv]

Bakunin’e göre, bilim “pozitif bilim”  de olsa buna sahip olanların elde edeceği güç nedeni ile üzerinde otorite kurmalarına yol açması bir yerde kaçınılmazdır. Dahası pozitif bilimciler her zaman yaşamı teoriye uydurma eğiliminde olacaklar, buysa bilimin ve bilimcilerin insan üzerinde kurduğu otoriteyi arttıracaktır. Bakunin, bilimcilerin ve teknik uzmanların toplum üzerindeki bu egemenliğinin, sıradan insanları “köleler, oyuncaklar ve bu ihtiraslı kişilerin kurbanları” haline getirebileceklerini belirtir.[v]

Günümüz anarşistleri de hiç kuşkusuz ilk kuşak anarşistler gibi teknolojinin ve endüstriyalizmin otoriter kontrol yönünde gelişimini eleştirirken uygun teknoloji ve toplumsal denetim ile de teknolojinin bizatihi varlığından çok, mevcut tahakkümer sistem içindeki biçimine eleştiriler getirmektedirler. Sadece ilkelci anarşistler teknolojinin bizatihi kendisine karşı çıkmaktalar.

Çağdaş anarşistlerin teknoloji ile olan ilişkileri yer yer çelişik, kimi zaman da kararsız bir biçim oluşturmakta. Bu otorite karşıtları sabahları elektronik posta ve web sitelerdeki turlar ile dünyadan haberdar olurken, günlük iletişimlerini yine buradan gerçekleştiriyorlar. Anarşistlerini internet teknolojisi ile aralarının çok iyi olduğu onu etkin bir biçimde kullanmakla kalmayıp onun farklı kullanımlarına da olanak verecek şekilde gelişimine katkıda bulundukları söylenebilir. Mesela açık kaynak kod teknolojisi büyük oranda anarşistlerin damgasını taşır.  Ancak bu durum mevcut sistem içinde ortaya çıkan otoriter teknolojik gelişmeler karşısında etkili bir direnç örgütlemelerine genel değil. Savaşın ve gözetimini damgasını taşıyan teknolojilere, bio ve nanoteknolojinin çeşitli veçhelerine karşı açıkça kampanyalar yaparak, yeni teknolojilere ve kullanımlarına karşı direnerek tepkiler göstermekteler..

1970’lerde Atlantik’in bütün taraflarında yeni teknolojilere karşı gösterilen göze çarpan dirençler ki bunları anti nükleer ve radikal çevre hareketleri olarak adlandırabiliriz, günümüz anarşistlerinin otoriter ya da tahakkümer teknolojik gelişmeler karşısındaki tutumlarına örnek verebiliriz. Genetik olarak değiştirilmiş tohumlar Doğu Avrupa da anarşistlerin başını çektiği bir grup tarafından kuvvetli bir direnç ile karşılaştılar. Daha yakın bir tarihte İngiltere de yapılan biometrik kimlik kartları ile ilgili olarak anarşistler bir kampanya başlattılar. İklim değişimini önlemeye yönelik geo-mühendislik, karbon tutumu ve yeraltında depolanması vb. gibi sahte  ‘teknolojik düzenlemeler’ ile ve nano ölçekte teknolojik uyumlu acil endüstri stratejileri gibi olaylara karşı olarak kampanyalar başlattılar. Bu bakımdan diyebiliriz ki Anarşist hareketin repertuarı açıkça söylenebilir ki güçlü anti teknolojik hareketle etkileşim içindedir.

Ancak bu anarşistlerin teknikle ekolojik yaşam biçimlerini, ekoloji ile uyumlu çeşitli ekonomik, teknik uygulamaları reddettiği anlamına gelmez. Tersine ilkelciler dışında Anarşistler bu alandaki teknik uygulamalara çok açık bir tutum sergilemekteler.[vi]

Anarşiştlerin örgütlenmede kullanıma geçirdikleri sibernetik teknoloji ile ilgili olumlu tutumları yanında teknoloji ile ilgili bir başka kullanım alanını ise doğal yaşam ile ilgili konularda hayat buluyor. Permakültür tasarımı, organik tarım teknikleri, eko mimarlık, doğal ve geri dönüşüm ürünler ile ev yapımı ve mimari , rüzgar ve güneş enerjisi, bütün bunların hepsi aktivistler arasında ilgiyle karşılanan ve hayata geçirilmesinde sakınca görülmeyen  teknikler Bu teknikler kurulumunda Anarşistlerin aktif rol oynadığı eko-köylerde, halk bahçelerinde ve şehir projelerinde açık yada örtülü olarak yankı buluyor.

Bilimle ilgili de benzer bir ikili tutumdan söz etmek olanaklı, pozitivist bilim algısı ve bilimin yaşamı hâkimiyeti altına alması karşısında Anarşistler Bakunin gibi net olarak uzmanokrasiye karşı tutum içindeler. Buna karşılık sistem teorisi, kuantum fiziği gibi konularda anarşistler daha olumlu bir tutum içindeler, ekoloji bilimi ise anarşistler arasında en çok kabul gören bilim alanı.

Bu ilk bakışta son derece çelişikmiş gibi görünen tutumun ardında Anarşistlerin teknik teknoloji ayrımı ve yaşam bilimleri ile pozitivist bilim algısı arasında yaptığı ayrım yatar.  İlki yani teknik ve yaşam bilimleri özgürlük alanının genişletirken, diğerleri Tahakkümün gücünü arttıran, siyasal iktidarın ya da şiktet tahakkümünün insanlar üzerindeki hâkimiyetini genişleten uygulamalar olarak görülür. Anarşistlerin gözünde Teknik aslında insanların uzuvlarını tamamlayan iş organizasyonunda insanların zihinsel gelişiminin önünü açan aletler dizisidir. Buna karşılık teknoloji ise daha başlangıcından itibaren onu üreten güçlerin denetimsel, otoriter amaçlarının damgasını taşıyan ve güç temerküzü ile üretilmiş olan örgütlü bilimdir. Birinde zanaatkârlığın Boockhın’in Aristoya dayandırdığı tekne kavramındaki zanaatkârca beceri ve zekâyı, sanatı, estetiği, bilinci vb insani yetileri harekete geçiren çoğaltan etkileşimler mevcutken, diğerinde ardında devletin ya da dev şirketlerin organize seferberliği yatar ve insan becerilerini kötürümleştirerek, teknoloji aracılığıyla siyasal gücün hâkimiyeti genişler.

Bu ayrımın temelinde aslında Lewis Mumford’un Otoriter Teknik, Özgürlükçü Teknik ayrımı yatar. Mumforda göre teknikle demokrasi arasındaki ilişki çapraşık bir ilişkidir. Buna göre otoriter teknik kökleri Mısır uygarlığına kadar gitse de yeni bir uygulamadır. Temelinde sistematik bilimsel gözlem ve merkezileştirme, gücü bir araya toplama ve büyük ölçek vardır. Monarşinin oluşturduğu yeni kurumlar altında insan faaliyetleri çeşitlendirildi, daha önce dağınık bir halde bulunan faaliyetler bir araya toplandı, tek bir merkeze bağlandı. Otoriter teknoloji makineler aracılığı ile doğal enerjilerin ötesine geçerek, emeğin zorlamasına dayanan kölece bir çalışma biçimini hayata geçirdi. Otoriter teknik herşeyden önce iş gücünün ve doğa güçlerinin temerküze edilmesine, standartlaşmaya, uzmanlaşmış ve her zaman birbirinin yerine geçen aparatlara dayanır. Otoriter tekniğin bir başka ögesi de devasalığında yatmaktaydı, teknolojinin prototipi olan Piramitler otoriter teknolojinin ruhunu oluşturan organizasyon mantığını ortaya çıkarmıştır.

“O yüzden “Nükleer bombaların mucitleri, boşluk roketleri, ve bilgisayarlar, bizim kendi çağımızın piramit yapıcılarıdır: Psikolojik olarak, onların sınırsız gücünü arttıran,  kibirli bilimi herşeyi bilime saplantısının, denetimin yetersizlik efsanesi ile şişirildi. Yeni bilim eskisinden daha az saplantılı olmasa da saplantı ve baskıcılık noktasında daha erken mutlakiyetçi sistemlerden mantık olarak daha aşağıda değildi. Özel olarak onun dayandığı kavram tekniğin dayandığı güç ve bilme isteğine dayanan sistem kendini yaşamın her alanında sınırsızca genişletebilmelidir. Otoriter teknikler en sonunda başarılı bir şekilde, Makineleştirme, otomasyon, sibernetiğin izlediği yönle onun en ciddi zaafını yendi: Dirençli, köklerine bağlı, bazen aktif olarak söz dinlemeyen insan unsurunun yerini sistemin amaçları ile çatışmayan uysal insan alır. Otoriter tekniklerin en erken formu gibi, bu yeni teknoloji de, harikulade bir şekilde dinamik ve üreticidir: Her biçimde onun gücü sınırlar olmadan artmaya yönelir. Enerji, hız, veya otomasyonu azami dereceye çıkarmak, organik yaşama dayanan karmaşık koşullara başvurmaksızın kendi başlarına amaç halini alır. Otoriter teknikler, bugün kocaman bir şekilde büyütülen ve beceriyle mükemmelleştirilen bir biçime dönüştü.”[vii]

Mumford teknolojinin, sonunda demokrasinin son izlerini de sildiğini belirtir. Mumford Otoriter Teknolojinin bu baskıcı resminden sonra demokratik tekniğin de resmini çizer bize. Bu resim iki ana çizgiden oluşur seçicilik ve yaratıcılık. Demokratik teknik araç amaç ilişkisini tersine çevirmeyen, amaçları araçların önüne koyan bir tekniktir. Bu teknik göreli olarak küçük topluluklarda ve küçük ölçekli kullanım ile hayata geçirilir. Yani demokratik bir toplum şimdiki mega şehir toplumları yerine doğayla uyumlu, küçük cemaatlerin oluşturduğu insani ölçeğe dayanan bir tekniği kullanacaktır doğal olarak. Bu teknik, aracın insanları değil insanların aracı denetimleri altında tutan, kişisel özerklik ve özgürlüğe elveren bir tekniktir.

“Benim, demokratik tekniğim, üretimin küçük ölçek yöntemine dayanan, neye ihtiyaç duyduğumu iyi bildiğim, çoğunlukla insan becerisi ve hayvan gücü ya da doğa güçlerine dayanan, uygun sanatlar ve sosyal törenlere göre geliştirilen ve bu yönde araştırılan, doğanın hediyelerini uygun araçlara dönüştüren, ihtiyatlı kullanım ilkesini hayata geçiren usta ya da çiftçide hayat bulur.[viii]

Çömlekçinin çarkında, ya da dokumacının dokuma makinesinde hiç bir zorlamanın izi yoktur. Bu aletlerde onu geliştiren zanaatkârın amaçları vardır ve araç amaçlarla uyumlu olduğundan, kendi doğal beceri kapasitesine dayanan ya da hayvanın, doğanın verdiği gücü kullanan araçlar olarak insandan kopuk değildir.

Mumford demokratik bir toplumla demokratik bir tekniğin ilkelerini bütünleştiren bir persoektif sunar. Ona göre demokrasi insanların birbiri ile yüzyüze iletişim kurabildiği, birbirlerini tanıyan ve kendi aralarında yaratıcı işbirlikleri kurabilen insanlar arasında daha çok görülür.

“Demokrasinin ilkeleri arasında, toplumsal özerklik, insanlar arasında özgür iletişim, bilginin ortak deposuna engellenmemiş erişim, keyfi dış kontrollere karşı koruma ve tüm toplumu etkileyen davranış için bireysel ahlaki sorumluluğa el veren bir duygusal yapı. Bütün canlı organizmalar, bazı derecede onların kendilerinin bir yaşam-örüntüsünü izlediği oranda özerktir; Ama insanda bu özerklik, onun daha fazla gelişmesi için gerekli bir haldir”[ix].

İşte demokratik teknik tam da bu amaçlara ve biçimlerle uyumlu olmalıdır. Mumford’un açık ve net bir biçimde Proudhon, Kropotkin, Landauer ve diğer Anarşistlerden esinlenerek geliştirdiği bu ilkeler en çok sosyal ekolojistler arasında destek bulmuş durumdadır.

Ancak bir başka Anarşist Jacques Ellul Teknolojiye ilişkin hala bir başyapıt kabul edilen Teknoloji Toplumu adlı eserinde teknoloji denen güce hâkim olunacağı yönündeki iyimser düşünceyi sarsmıştır. Ona göre teknik ilerleme denen çarkın içine bir kez girildi mi buradan geriye dönüş yoktur. Artık dönebilceğimiz bir modern öncesi, dönebileceğimiz bir pastorallik, uyumlu cemaatler dünyası yoktur. Geçmişle ilgili söylenebilecek en doğru şey geçmişin kendi tahayyülümüzde kurduğumuz gibi olmadığı, onun da kendine özgü bir takım sorunları içerdiğidir. Gerçek olan tek şey tekniğin ne yazık ki kaçamayacağımız kaderimiz olduğudur. Elull’da Mumford’daki iyimserlik yoktur, onun gözünde totaliter bir biçimde içinde kapatıldığımız yapay teknik evrenin dışına çıkabilme olanağımız yoktur: Teknik denen cin bir kez şişeden çıktı mı durdurulamaz ve kendi amaçlarına uygun olarak tamamen yapay bir dünya oluşturma hedefinden geri çevrilemez. Tekniğe hâkim olunacağı fikrine de katılmaz Ellul, ona göre Tekniğe belki kısmen egemen olacak tek güç onu yaratandır yani Teknisyen.

“Teknisyenler otoriter ve kapalı bir dünya oluşturmuş durumdalar. Bu kişiler vicdan sahibi kişiler olabilir ama temel bakış açılarının tartışmasız olarak doğru olduğuna ve teknik-dışı her türlü söylem ve düşüncenin hiçbir önem taşımadığına, tartışmaya yer bırakmayacak biçimde ikna olmuş durumdalar. Onları bir tartışmaya çekmek ya da yarattıklarını sorgulamak neredeyse insanüstü bir çaba gerektiriyor; özellikle de tartışma açacak kişi, teknisyenin amacının ne olduğunu, sorunu ne şekilde algıladığını iyi biliyorsa. Ama böylesi tartışmalar ve etkileşimler gerçekleşmezse, bu alanda bu açıdan hiçbir şeyin değişmeyeceği açıktır, çünkü Teknik’i etkilemenin yolu teknisyenleri etkilemekten geçer. Bana öyle geliyor ki, bu diyalog ancak kalıcı bir çözümü amaçlayan temel bir karşılaşma yoluyla gerçekleşebilir: Tekniğin, bütün insan sorunlarını çözme iddiasıyla, tekniğin belirleyiciliğinden kaçma yönündeki insan isteğinin karşılaşması yoluyla.”[x]

Sanırım bunun yolu tam da günümüz anarşistlerinin yaptığı gibi Anarşist teknisyenlerin tekniğe yön vermesi ile olacak gibi görünüyor. Ama yine de Bakunin’in söylediklerini unutmamak yerinde olacaktı. Anarşist bile olsalar tekniğin yönünü çizme sorumluluğu teknisyenlere yani uzmanlara bırakıldığında sonuç değişmeyecektir. Onun İktidar konusunda söylediklerinden yola çıkarsak, iktidar her zaman en iyi niyetli devrimciyi bile bir diktatöre çeviriyorsa uygun teknolojili, pastoral toplum tahayyülünün kurucu öznesi olması gereken Anarşist teknisyenler de ister istemez bir uzmana dönüşecektir.

Galiba İlkelcilerin söylediği gibi Uygarlık denen belayı tersine çevirmek çok da olasılık dahilinde değil. Çünkü sistemi tersine çevirmek için verdiğimiz yanıtlar da yine sistemin ufkunun ötesine geçemiyor. Ancak yine de denemeye değer ve Anarşistler de bunu yapıyorlar.

[i] Mehmet Aslanoğlu, Proudhon’un ve Bakunin’in Toplum Tasarımlarında Endüstriyel Yapı, http://www.ainfos.ca/04/jan/ainfos00164.html

[ii] Arslanoğlu, agm

[iii] Joseph Proudhon, Mülkiyet Nedir, Çev: Devrim Çetinkasap, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2010, S.111

[iv]  George Woodcock, Anarşizm, çev: Alev Türker, Kaos Yayınları, s:95)

[v] Paul Avrich, Anarşist Portreler,çev: Osman Akınhay, Doruk Yayınları,2003, s:.27

[vi] Rini Templeton, Anarchism and the Politics of Technology, (çev Nilgün Gökçen Demirağ) New Article, Based on AA! and Published in WorkingUSA: The Journal of Labor and Society, http://anarchistnews.org/?q=node/9968

[vii] Lewis Mumford, Authoritarian and Democratic Technics (Otoriter ve Demokratik Teknikler) Technology and Culture, Vol. 5, No. 1. (Winter, 1964), pp. 1-8., http://www.ninthmuse.org/teaching/526/Mumford,%20Authoritarian%20and%20Democratic%20Technics.pdf

[viii] Mumford, agm

[ix] agm

[x] Jacques Ellul, Teknoloji Toplumu, Musa Ceylan, Bakış Yayınları 2003, 449,50

  
2312 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın