DİNDAR KAPİTALİZMİN SORUNLARI Öncelikle meseleye teorik açıdan yaklaşmak gerekir; zira teori ve pratik bir bütünün iki yarısıdır. Bir şeye inanırsınız, bir düşünce ve dünya görüşüne sahip olursunuz, sonra da bunu pratiğe dökersiniz. Dolayısıyla teori sakat olduğunda pratikten hayır gelmez. Kısaca özetleyecek olursak, konuyu beş ana maddede ele alabiliriz: Birincisi, meşruiyetini dinî temele dayandıran kapitalizmin -ki, buna dindar kapitalizm diyoruz- Allah tasavvuru sakat. Buna göre, müstebit ve adaletsiz bir Allah’ın mevcudiyeti söz konusu. Keyfe mâ yeşâ -istediği gibi, kafasına göre- edip eyleyen, örneğin hiçbir sebep-sonuç ilişkisine bağlı olmaksızın, deyim yerindeyse keyfine göre dilediğine az dilediğine çok veren, birilerini sokaklarda, parklarda yatırırken, diğerlerini köşklerde, villalarda oturtan bir Allah tasavvuru bu. İkincisi, insan tasavvuru sakat. Kadercilik ve mecrasından saptırılan sabır-şükür doktrini çerçevesinde insanı yeryüzünde boşa çırpınan bir varlık haline getirerek pasifleştiriyor. Ayrıca kapitalist sistemde insan, üretimin ve tüketimin nesnesi durumunda. Oysa insan, her şeyin kendisi için yaratılmış olduğu varlıktır; nesne değil, öznedir. Kur’an, bize “Allah yeryüzünde ne varsa tümünü sizin için yarattı” diyor (2/29). Buna karşın kapitalizm insanı yeryüzü nimetlerinden mahrum hale getirmiştir; nitekim dünya nüfusunun üçte ikisinin hali içler acısı. Üçüncüsü, din algısı sakat. Zira mevcut din anlayışı adaleti, eşitliği -matematiksel eşitlikten söz etmiyoruz- ve özgürlüğü sürekli bir biçimde öteleyen, ahirete erteleyen bir din anlayışıdır. Dolayısıyla bu din anlayışı yeryüzü için hiçbir şey vadetmiyor. İnanan insanlar açısından ahiret gününün gelip çatacağı şüphesiz. Ancak biz biliyoruz ki, dünya ahiretin tarlasıdır [Hz. Peygamber bir hadisinde “Dünya ahiretin tarlasıdır” diyor (Müslim, İman, 2/322)]. Peki, o zaman bu dünyada ne olacak? Adalet nasıl yerini bulacak, eşitlik nasıl gerçekleştirilecek, özgürlük ortamı nasıl tesis edilecek? Dördüncüsü, dindar kapitalizm iman-ahlak propagandasına karşın gerçekte insanı manevî-ahlakî değerlerden soyutlayarak onun anlam arayışını yok ediyor. Günümüz dünyasında kariyer, para ve mal-mülk peşinde koşan insanın herhangi bir anlam arayışı yok. Beşincisi, ahlak anlayışı sakat. Ahlak, “H-l-q/yarattı” kökünden gelen “huluq”un çoğuludur ve bu anlamda fıtratla eş anlamlıdır. Fıtrat ise yaratılıştaki ilk haldir. Yani insanın yaratılmış olduğu ilk hal. Meşruiyetini dinî temele dayandıran kapitalizm, meydana getirdiği çevresel şartlar ve sosyal faktörlerle insanın fıtratını bulandırıyor. Üstelik ortaya çıkan ahlaksızlığa “ahlak” adını veriyor. Bunun sonucunda karşımıza adaletsizliği, dolayısıyla ahlaksızlığı kanıksamış bir insan modeli çıkıyor. Elhâsıl bugün ahlaksızlığı ahlak olarak benimseyen bir insan türüyle karşı karşıyayız. Hiç şüphesiz bütün bunlar modernleşmeyle yakından ilişkili, hatta modernleşmenin doğal sonucu. Bir örnekle açıklayacak olursak, İslam Dünyası’nda modernize olan âlim ve aydınlar faizin ve bankanın meşruiyetine kapı araladılar. Buna karşın Ali Şeriati’nin verdiği Cemaleddin Afganî örneği var. Zira modernize olmayan Afganî, faize ve bankaya karşı çıkıyordu. Bu bakımdan “Modernizm, İslam Dünyası’nda yıkıcı sonuçlara yol açmıştır” dersek yanlış yapmış olmayız. İslam, modern dünyanın dayatmalarına açık/moden dünyanın dayatmalarına boyun eğen bir din haline getirildiğinde veya modern disiplinler ışığında yorumlandığında, sapma kaçınılmaz olur. Örneğin bugün kapitalizme modernist düşünce kalıpları içerisinde karşı çıkanlar olduğunu görüyoruz. Kapitalizme karşı İslam’ı başka bir “izm”e eklemleyerek söylem geliştirdiğinizde, bu sefer bir başkası çıkıp kendince bir dizi delil öne sürerek “İslam’dan ‘ılımlı/akıllı’ kapitalizm çıkar” diyebiliyor. Neticede herkes “yorum” yaptığı için bunun sonu yok. Dolayısıyla yapılması gereken şey, usûle bağlı kalarak Din’in sahih mecrasından konuşmaktır. Bu noktada modernizm eleştirilerinin hedefinde kim var, bunu da açık bir biçimde ifade etmekte yarar var. Sözünü ettiğimiz bu modernistler/modernize olanlar, bir başka ifadeyle modernleşme tutkunları kim? Birincisi, mevcut iktidar ve onun eliyle oluşturulmuş olan “yeni zengin sınıf”, yani muhafazakâr modernleşmenin baş aktörleri. İkincisi, birincisine tepki olarak ortaya çıkmış bulunan, ancak asılsız (temelsiz/usûl dışı) tefsir ve te’villerle sahih mecranın dışına çıkan, Din’i modern disiplinler doğrultusunda yorumlayarak İslam’ı diğer düşünce ve dünya görüşlerine eklemleyenler. Bununla birlikte pratikte de yapılması gereken şeyler var. Ortak yaşam alanları oluşturmak, alternatif üretim ilişkileri geliştirmek ve yeni sistem önerilerinde bulunmak gerekir ki, bu sonuncusu ancak sistem kurucu kafalarla mümkün olabilir. Dolayısıyla sırf eleştiriye dayalı yaklaşımların mevcut çelişkiye dikkat çekerek yaraya parmak basmanın ötesinde herhangi bir işlevi yoktur. Bu noktada kendi özeleştirimizi de yapmak zorundayız. Tarih içerisinde bu tür inanç ve düşünce akımları ziyadesiyle ortaya çıkmıştır. Ancak bunlar pratiğe dökülemediği için veya ortaya konulan pratik bir noktadan sonra mecrasından saptığı için söz konusu düşünce akımları bir müddet sonra tarihin tozlu sayfaları arasındaki yerini almıştır. Bir başka önemli nokta da şu ki, ortaya koyduğumuz bu yaklaşımı, bu düşünceyi pratiğe dökerken “mahallecilik” yapmamamız gerekir. Ayrıca basitlikten kurtulmalı, daha kapsamlı ve derin analizler yapmalıyız. “Abdestli Kapitalizm” gibi -ki, geçmişte zaman zaman biz de bu tanımı kullandık- mizahi tanımlamalardan kaçınmak ve “Kur’an’da falan kıssa neyi anlatıyor?” veya “Falan ayet, filan kavram neyi anlatıyor?” İki nokta üst üste: “Mülk(iyet)!” gibi hayali reklam spotları oluşturmaktan da kaçınmak gerekir. Zira Kur’an, her şeyi tek bir meseleye indirgeyen, bir başka ifadeyle tek bir meseleden söz eden ve her şeyi tek bir meseleyle ilişkilendiren bir kitap değildir. Sorunun temeli felsefî ve manevî-ahlakîdir. Günümüz dünyasında insanın yaşadığı kriz, temelde ahlak krizidir. İnsan özünü yitirdi, dolayısıyla insanın iç dünyası çöktü. Bu bakımdan çok boyutlu bir yaklaşım sergilemek gerekiyor. Marks ve Weber’in iktisadî ve sosyal değişime ilişkin yaklaşımlarını terazinin iki kefesine koyup tartacak olursak, -İslam nokta-i nazarından- Weber’in yaklaşımı doğrudur. Kur’an bu konuda Weber’i doğrulamaktadır. Zira bir toplum kendi nefsinde olanı değiştirmedikçe, Allah, onların durumunu değiştirmez (13/11). İstediğiniz kadar üretim ilişkilerini değiştirin; insanların inanç, düşünce ve dünya görüşleri değişmedikçe sağlıklı sonuç alamazsınız. Değiştirdiğinizi sandığınız şey bir gün bir yerden patlak verir. Bir başka ifadeyle yukarıdan aşağıya değişim uzun ömürlü olmaz. Aşağıdan yukarıya değişim gerekir ki, bu da ancak toplumun iç dünyasındaki değişimle mümkün olur. Dolayısıyla önce toplumun inanç, düşünce ve dünya görüşünü değiştirmek gerekir. Son olarak şunu söylemek gerekir ki, servet ve iktidarın doğası ciddi bir biçimde sorgulanmalıdır. Bu yapılmadığı için, bugün servet ve iktidar odaklı bir İslamcılık anlayışıyla karşı karşıyayız. “Mahalle”de bir Allah’ın kulu çıkıp da iktidara yönelik hiçbir şey söyleyemiyor, mevcut çelişkiye dair bir tek soru dahi soramıyor. Üstelik “mahalleli” muhalif hiçbir söze kulak vermek istemiyor. İktidara eklemlenen, mevcut gidişata yönelik hiçbir itirazı olmayanların “yeni” statükodan memnun oldukları aşikâr. Mesele şu ki, işler her zaman iyi gitmez! ———————————– (*Atilla Fikri Ergun, 21. Yüzyılda İslam ve İslamcılık, Kibele Yay., s. 257-260; ayrıca bkz. atillafikriergun.wordpress.com, panel konuşmasının başlığı ve küçük bir bölümü yazar tarafından tashih edilmiştir) |
2134 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |