• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/tabusalcom?ref=hl
  • https://twitter.com/tabusal
Levent Ertürk
Bilinç ve Gerçeklik
03/04/2015

Varolan tek şey atomlar ve onların arasındaki boşluktur.
Gerisi insanların kanaatinden ibarettir.
Democritus. M.Ö.460-370

Nil posse creari de nilo.
Hiçbir şeyden hiçbir şey yaratılamaz.
Lucretius. M.Ö. 94-49

Kuantum teorisini okuyan ve onun derinliği karşısında sarsılmayan birisi teoriyi anlamamış demektir.
—-
İki tür doğru vardır: Tersinin yanlış olduğu açıklıkla bilinen yüzeysel doğrular ve tersi de doğru olabilen daha derin doğrular.
Niels Henrik David Bohr. 1885-1962. Danimarkalı fizikçi. Kuantum mekaniğinin kurucularından.

Bundan yıllar önce, yine kendime bir içki açmış ve karanlıkta düşüncelere dalmışken, Tanrı’ya yöneldim ve O’na seslendim: “Tanrım, eğer var isen, eğer gerçekten var isen, söyle, neden önümüze bu kadar zorlu bir bilmeceyi koydun? Neden bizleri çözemeyeceğimiz kadar derin bir gizemle karşı karşıya bıraktın?”

bilinc

Bu bilmeceye değinmeden önce, bir şeyi belirtmek isterim. Binlerce soru, şüphe, yanıltıcı cevap içinde kıvransak da, bence, bir insanın en soylu çabası gerçeği, evrenin ve şeylerin doğasını anlama isteğidir. Bu, bir kişiyi gerçekten insan yapan yüce bir arayıştır. Hatta hiçbir cevap bulamadan aniden ölecek olsak dahi, arayışın kendisi asla bırakılmamalıdır. Yıllardır, sadece kendi çıkarları doğrultusunda ve kendi küçük evrenlerinde yaşayan insanları pek sevemiyorum. Onların hayat mücadelelerini ayıplamıyorum ama yaşama dair hiçbir soru sormadan öylece yaşamalarını yadırgadığımı belirtmeliyim. Kitaplarını okuduğum ve kendilerinden etkilendiğim tüm düşünürler varlık karşısında kayıtsız kalamamışlar ve onu açıklayabilmek için çaba sarfetmişlerdi. Neyse, demek herkes yaşam karşısında aynı duyarlılıkta olamıyor …

Bir zamanlar Tanrı sorunu benim için birinci öncelikti ama zaman içinde Tanrı, zaman, evren, varoluş gibi konularda birinci öncelikli sorum değişti. Bunun yerine “bilinç” sorununun nerdeyse tüm bilimlerin ilgi alanına giren derin bir konu olduğunu farketmeye başladım.

Bu denememde, Donald H.Hoffman’ın yazdıklarından yola çıkarak ve kendim de bir şeyler katarak bilinç hakkında neler düşündüğümü sizinle paylaşacağım. Adı üzerinde, bu bir denemedir ve illa doğru kabul edilmesi yönünde bir beklentim olamaz.

Donald D.Hoffman, California Üniversite’sinde bilişsel bilim, felsefe, bilişim ve bilgisayar teknolojileri konularında çalışmalar yapmış, dersler vermiş bir profesör. Tanınmış çalışmalarından biri: Visual intelligence, how we create what we see. “Görsel zeka, gördüğümüz şeyi nasıl yaratırız” isimli kitabı. Kırmızı yazılar ondan alıntı, diğerleri benim yorumlarım.

Varolan tek şeyin bilinç ve bilincin içeriği olduğuna inanıyorum. Uzay-zaman, madde ve alanlar asla evrenin temel unsurları olmayıp, daima bilincin daha önemsiz içeriklerini teşkil ettiler ve varlıkları hep bilince dayalı oldu.

Evet, daha kafadan ontolojinin sularına girdik. Bilincimiz dışında bir dış dünya var mıdır sorusu felsefenin en eski uğraşlarından biri. Soru, basit gibi görünmekte ama şaşırtıcı paradokslarla dolu. Bir yönü ile, dış dünya gerçektir. Şeyler, biz var olmasak da var olmaya devam ederler. Aya baksak da bakmasak da Ay oradadır. Uzay-zaman, madde ve alanlar gerçektirler, hatta bazen çok acı şekilde etkilerini bizim üzerimizde hissettirirler. Ama bu çıkarım, bilmecenin sadece başlangıcı. Daha derine indikçe, bilincin doğası ile “gerçeklik” arasındaki sınır giderek ortadan kalkmaya başlamakta. Okumaya devam edelim.

Günlük yaşantımıza ait dünya -masalar, sandalyeler, yıldızlar ve insanlar ile onların eşlikçisi şekiller, kokular, hisler ve seslerin dünyası- kendimiz ile esas özelliği bilinç olan çok daha karmaşık bir âlem arasında yer alan “türe özel” bir kullanıcı arayüzüdür.

Mantıklı. Sn Hoffman bilişim ve bilgisayar teknolojisinde yer aldığı için bir “arayüz” (interface) benzetmesini yapmış. Bu benzetmeyi yaparken, arayüzün “türe özel” olduğunu vurgulamış ki buna da kesinlikle katılmaktayım. Her şeyi algılayışımızı yönlendiren arayüz -başka türlü olamayacağından dolayı- bizim türümüze özgü ve bu yüzden farklı arayüzlere sahip canlıların veya cansız olduklarını farz ettiğimiz şeylerin varoluşu nasıl algıladıkları konusunda kestirimlerde bulunamıyoruz. Elbette, arayüz denince, hemen akla gelen şey, arayüzün arka planında saklı duran ve kendini göstermeyen algoritma, onun ötesinde elektro-kimyasal bağlantılar, onun da ötesinde cebirsel denklemler. Sn Hoffman, sanırım evrimsel gelişme düşüncesinin sanki tüm gerçekliğin olası tek açıklamasıymış gibi sunulmasından rahatsız olmalı ki, şunları da yazmış:

Evrimsel baskıların dayattığı şey şudur: Doğruluğun ayrıntılı bir tasviri olmasından dolayı değil, hayatta kalmanın değişebilir pratik gerekliliklerinden dolayı seçilmiş olan “türümüze özel arayüzün” -günlük yaşantımıza ait algılanabilir dünyanın- kendisinin de radikal bir sadeleştirme olması gerekir.

Yukarıdaki cümlede bir tek yere itiraz etmek isterim. Çünkü bu bakış açısı, -veya çarpık anlatım- milyonlarca insanın evrim kuramını yanlış anlamasına sebebiyet veriyor. Anahtar kelimeler şunlar: “seçilmiş olan“. Bu, bence ters bir çıkarım. Evrim kuramı, bir “seçilmişlikten” ziyade, türlerin hayata adaptasyon yetenekleri sonucunda ortaya çıkan değişimden söz eder. Yani, orta yerde, hangi türün yok olacağına hangi türün hayatta kalacağına okus pokus diyerek karar veren bir evrim tanrısı yoktur. Türlerin bazıları hayatta kalırlar ve biz o türleri sanki “seçilmiş” gibi algılarız. Bu algı yanılsaması hakkında detaylı bilgi edinmek isteyenlere Richard Dawkins’den Kör Saatçi (The Blind Watchmaker) kitabını tavsiye ederim. Cümlenin geri kalanına gelince, şeylerin algılanışında türümüze ait bir sadeleştirme yapıldığından benim de şüphem yok. Elktro-kimyasal algısal çevrimlerimiz sonucu aslında bizler sadece bir dizi tercümenin sonuçlarını okumaktayız. Bunun ne karmaşık bir süreç olduğunu anlamak isteyenler, bir nesneden gönderilen ışık fotonlarının göz tarafından alıp nasıl işlendiğini, sonra beyin tarafından farklı proseslere nasıl tabi tutulduğunu incelemelidirler. Gerçekten çok karmaşık bir süreçtir; bu süreç içinde, şeylerin kendisi ile onları algılayışımız sonucu ortaya çıkan “imajın” birbirleri ile aynı şey olduklarını söyleyebilmek çok zor.

Eğer tezim doğru ise -aslolan tek şey sadece bilinç ise- o zaman en parlak dahilerin yüzyıllara yayılan çabalarına rağmen hâlâ ortada fizikalist bir bilinç teorisinin olmayışına şaşmamak gerekir. Yani, akıldan yoksun madde, enerji ya da alanların nasıl bilinçli yaşantıyı teşkil edebildiklerini veya bilinçli yaşantıya neden olduklarını açıklayan bir teorinin olmayışına şaşırmamalıyız. Böyle bir teorinin nerede aranması gerektiği sorusuna karşılık çok çeşitli öneriler mevcııt. Örneğin, bilişim teorisi, karmaşıklık, nörobiyoloji, nöral Darwinizm, ayrımcı mekanizmalar, kuantum etkiler ya da işlevsel organizasyon. Ama önerilerin hiçbiri bilimsel teorininin minimum standartlarını, yani nicel duyarlılık ve yenilikçi tahmini tutturmanın yanına bile yaklaşamıyor. Eğer madde, bilincin daha önemsiz ürünlerinden biriyse, o zaman, bilincin teorik olarak maddeden türetilmesini bekleyemeyiz.

Böylece geldik o binlerce yıllık madde-mânâ çatışmasına. Öncelikle ortada bilimsel düşünce disiplininin üstesinden gelemeyeceği bir sorun bulunmakta. Bilimsel düşünce, doğası gereği, ancak ölçülebilen şeylerle ilgilenir ve ölçülemez gibi görünen şeyleri ölçülebilir yapmaya çalışır. Eğer bir kere “mânâ” veya “madde ötesi” derseniz, bu alan tamamen bilim dışına kayar; çünkü fazlası ile sezgiseldir ve elde gözlem-deney vb. yapmayı mümkün kılacak hiçbir somut done yoktur. Diğer yandan sn Hoffman bir bilinç teorisinin olmayışından şikayet etmekte haklıdır. Zira, birbirlerinden bazen çok kopuk çalışan ve ayrı ayrı kuramlar geliştiren bilim dallarının, “bilinç” gibi bir konuyu görmezden gelmeleri gerçekten çok şaşırtıcı. Neyse ki artık bu konuda çok ciddi çalışmalar başladı. Sorun şuradaki, “bilinç” kavramı, sadece bir kelime ile yazılmasına rağmen; fizik, biyoloji, nöroloji, kuantum, olasılıklar matematiği gibi çok zorlu alanlara gönderme yapmakta. Şimdi gelelim konunun can alıcı kısmına:

Kara cisim ışıması klasik mekanik için ne idiyse, zihin-beden problemi de fizikalist varlıkbilim için aynı şey olacaktır. Fizikalist varlıkbilim kuramlarının yakın zamanda terk edileceğini sanmıyorum; çünkü, savunucuları, bilinç temelli bir yaklaşımın, fizikalist bilimin matematiksel kesinliğine ya da etkileyici kapsamına erişebileceğinden şüpheliler. Matematiğin, bilinçliliği ne dereceye kadar ve ne denli verimli şekilde modelleyebileceğini zaman gösterecek. Ama çarpıcı ipuçları da yok değil: Kimi yorumlarına bakılırsa, kuantum teorisi matematiği, bu projede daha şimdiden önemli bir gelişmeyi teşkil ediyor. Hatta belki algısal ve bilişsel bilimlerde kaydedilen matematiksel gelişmelerin çoğu bu şekilde yorumlanabilir. İlerde göreceğiz.

Kesinlikle katılıyorum. Kuantum teorisinin sanki sadece bir fizik teorisi gibi ele alınması bence son derece eksik bir yaklaşım. Teori; biyolojik, kimyasal, nörolojik süreçler de dahil olmak üzere o kadar çok alana gönderme yapmaktadır ki, geleceğin varlık bilimi kuantum teorisinin “belirsizlik”; belirsizliğin istatistiği veya şu meşhur Kopenhag yorumu gibi olası yorumları göz önüne almak zorundadır. Kuantum teorisi sadece Newtonyan fiziğin ardışık determinist evren anlayışını tehdit etmekle kalmadı, çıkarımları ile evrenin sadece “0” ve “1” anahtar devre anlayışı ile ele alınamıyacağını göstermeye başladı. Kuantum Kopenhag yorumunun dalga fonksiyonunda bilincin (gözlemcinin) rolünü açıklayan ölçüm “a(n)” çıkarımı bizlerin bilerek veya bilmeyerek sayısız pozisyon ve momentum değişikliklerine, dolayısı ile sonsuz sayıda olası “kaderlere”, senaryolara yol verdiğimizi fısıldamaya başladı.

Zihin-beden problemi fizikalist bilimin kapsamına girmeyebilir. Çünkü problemin henüz gerçek bir fizikalist teorisi yok. Savunucuları bunun yalnızca fizikalist bir teori tasarlayacak kadar akıllı olmayışımızdan kaynaklandığını -a da doğru mutasyon gerçekleşene dek o denli akıllı olamayacağımızı- ileri sürebilir. Haklı da olabilirler. Ama aslolan şeyin bilinç olduğunu farz ettiğimiz takdirde, zihin-beden problemi, maddeden bilinç geliştirme girişiminden çıkıp, bilinçten madde geliştirme girişimine dönüşecek. Söz konusu ikinci girişim, prensipte temel bir girişimdir: madde, alanlar ve uzay-zaman bilincin içeriği arasındadır.

Alabildiğine zor bir konu. Klasik materyalist yaklaşım anlam ve bilincin maddeden ayrı şeyler olamayacağını, dahası bu maddesel değişimlerin doğrudan bilincin doğasını oluşturduğunu öne sürdü. Diyalektik materyalizm bunu bir adım ileri götürerek, şeylerin kendi doğaları dışında, birbirleri arasındaki zamana bağlı iletişimlerin de etkili olduğunu savundu. Bu, kolayca görmezden gelinebilecek bir sav değil. Marx, “ideanın” maddi dünyanın insan aklında yansımasından başka bir şey olmadığını açıklıkla ifade etti. Bunu anlayabiliyorum. Nörodejeneratif bir hastalık olan alzheimer hastalığının kişilerin bilişsel fonksiyonlarını nasıl tahrip ettiği bilinmekte. Ateşli hastalıklar, travmalar, viral bulaşmalar gibi etkilerin de nasıl algı bozukluklarına yol açtığı da gayet iyi biliniyor. Bu durumda, maddeden bağımsız bir bilinçten nasıl söz edilebileceği ayrı bir soru işareti olarak durmakta.

Fakat sorun burada başlıyor. Madde denilen şeye el attığımızda ise karşımıza çıkan ilk fenomen koskoca bir “boşluk”. Bu boşluğun, şeylerden anlam çıkaran, dahası, şeyleri bir amaca varmak için anlamlandıran/yöneten bir bilinci nasıl doğurduğu hiç bilinmemekte.

Peki, maddesel değişimlerden etkilenmesine rağmen, bu maddesel ilişkilerin ötesinde bir bilinç hali olabilir mi? Okuyalım:

Görüşlerim hiçbir bilimsel metod ve çıkarımı bertaraf etmez; yalnızca onları kendi çatısı altında birleştirir ve yeniden yorumlar. Örneğin, bilincin sinirsel bağlantıları üzerine  yürütülen arayışı ele alalım. Asl olan şey bilinç ise, o zaman, fizikalizmin bu kutsal kasesine yönelik arayış da sürdürülebilir ve sürdürülmelidir. Çünkü bu arayış kullanıcı ara yüzümüze dair temel bir soruşturmayı içerir. Fizikaliste göre bu tür sinirsel bağlantılar potansiyel olarak bilinçliliğin nedenlerinden biridir. Ama asl olan bilinç ise, o zaman onun sinirsel bağlantıları da ara yüzümüzün araçlarından biridir; bilinçsel değişimlere karşılık gelen, fakat asla onların nedensel sorumlusu olmayan araçlardan.

Sinirsel bağlantıları yok ederseniz beyne zarar verirsiniz ve bilinç hiç şüphesiz örselenir. Ama bilinçliliğe neden olan şey ne beyin, ne de sinirsel bağlantılardır. Aslında ortada gizemli bir şey yok. Bilgisayardaki bir dosyanın ikonuna tıklayıp onu çöp kutusuna atarsanız dosya elbette silinir. Fakat dosyanın silinmesine neden olan şey, yalnızca ekrandaki piksellerden ibaret olan ikonun ya da çöp kutusunun kendisi değildir. İkon bir sadeleştirme, dosya içeriklerinin grafiksel bir karşılığıdır. Amacı ise karmaşık bir nedensel ilişkiler ağını ortaya koymak değil, gizlemektir.

Bu kısa anlatım sorular ve sorular doğurmakta. Öncelikle temel bir soru ile başlayayım. Eğer bilinci tüm maddesel ilişkilerden, nöral bağlantılardan, elektro-kimyasal etkilerden tamamen soyutlayıp ele alırsak, o zaman geriye kalan “esrarengiz” şey nedir ? Yani, beyni, milyarlarca sinaptik bağlantıyı kullanan şey nedir ? Aklıma ister istemez Carl Sagan’ın “Garajımdaki ejder” isimli sorgulayıcı öyküsü geldi. Bu öyküde, garajında bir ejder yaşadığını iddia eden bir kişinin yalan söyleyip söylemediğini anlayabilmek için, bir bilimci çeşitli usüller dener. Ejderha göze görünmemektedir. Bir ayak izi yoktur. Alev saçmaz. Kükremesi duyulmaz. Isısı hissedilemez. Ama ilgili şahıs, garajında bir ejder yaşadığı konusunda ısrarcıdır. O zaman Carl Sagan haklı olarak şunu sorar: Görülmeyen, kanat sesleri duyulmayan, ısısı hissedilmeyen bir ejder ile hiç var olmayan bir ejder arasındaki fark nedir?

Sanırım mesaj çok açık. Ejder dediğimiz şey, kendisini ejder yapan özelliklerden bağımsız bir idea değildir. Ancak o özellikleri ile özünü ortaya koyabilen bir ilişkiler bütünüdür. Peki, sorun böyle kestirip atmakla bitiyor mu? Dahası Donald Hoffman’ın anlatmaya çalıştığı şey bu kadar basit mi? Bence sorun bitmiyor. Şimdi, Hoffman’ın bilgisayardaki “çöp kutusu” benzetmesi üzerinde durmak istiyorum. Bir bilgisayarda, herhangi bir dosyayı çöp kutusuna taşıyıp sildiğinizde, onu silen şey gerçekten de çöp kutusunun kendisi değildir. Siz sadece grafiksel bir işlem yapmış olursunuz. Gerçekte ise, bilgisayara, eskiden DOS komutları ile yazarak ifade ettiğimiz bir emir verilmiştir.

del benimdosyam.txt

komutu “benimdosyam.txt” isimli dosyayı hard disk üzerinden siler. Aslında, bu komutunuz BIOS ve benzer birimler aracılığı ile ana işlemciye iletişip cebirsel bir işlem gerçekleşir.  Öncelikle ekran görüntüsündeki hareketlenme BIOS ile, işlemcinin anlayacağı bir kodlamaya çevrilir. İşlemci, kodlamayı çözer ve işler, gereğinin yerine getirilmesi için yeniden BIOS ile temas kurar. BIOS, bu işlem hangi donanımı etkiliyorsa onunla temasa geçer ve sayısal komut elektrik sinyaline çevrilir. Böylece, sizin dosyanızın hard disk üzerinde işgal ettiği hücreler yeniden polarize edilir, yani silinir. Aslında proses bundan çok daha karışık. BIOS tüm donanımların birbirleri arasındaki ilişkileri belirleyen temel iletişim protokollerini içerir. Uzatmaya gerek duymuyorum.

Peki bilinç nerde ? BIOS veya CPU entegreyi bilgisayardan söktüğünüzde geriye bir bilgisayar bilinci kalmayacaktır. Ekranda sadece bir siyahlık görürsünüz. Ama bilinç bu donanımlar mıdır ? Ya onların arkasındaki iletişim protokolleri, o protokollerin cebirsel karşılıkları ve sayısız komuta dayalı algoritmaları ne olacak ?

Sanırım, Donald Hoffman’ın anlatmaya çalıştığı şey de budur. Bilincin ortaya çıkmasında rol oynayan her tür maddesel ilişkiyi inkar etmemekle birlikte, bilincin bunlardan ayrı bir fenomen olabileceği gerçeği …

Tabi, tüm varoluşun işleyişini bir bilgisayar ünitesine benzetmek ne derece doğrudur bilemiyorum. Peki, tüm bu tartışmaların ötesinde bilinç sorununda uzun vadede daha gerçekçi yönelişler bekleyebilir miyiz? Bu konuda düşündüklerim şunlar.

Öncelikle, fizik biliminden kopuk bir gerçeklik arayışı olabileceğine inanmıyorum. Fakat, bizzat fizik bilimi bizlere adına “madde” dediğimiz o kaskatı gerçekliğin arkasında enerji faz ve dalga fonksiyonları olduğunu göstermekte. Bu dalga fonksiyonları aklınıza gelebilecek veya gelemeyecek sayısız olasılığa kapı açmaktalar. Bir noktadan sonra, fizikçiler zorlamalı yorumlar yapmaktan kaçınıyorlar ki bu konuda onlara hak veriyorum.

Acizane, benim kanaatime göre ise; bir zamanlar bir tür tekillik hali içinde bulunan ve sayısız varlık durumunu içeren bir “yokluk” harekete geçti. Aslında, “yokluk” olarak adlandırdığımız bu konum, tüm olasılıkların bileşkesiydi. Yokluk sorunu konusunda, Lucretius’un çıkarımına katılmaktayım. Hiçbir şeyden hiçbir şey ortaya çıkmaz. Düşünceme göre; yokluk, düşünülmesi dahi imkansız zihinsel bir yanılsamadır. Yokluk yoktur. Bize yokluk gibi görünen şey ise, salınımının, enerji transferlerinin olmadığı bir durağanlık halidir ama bu hal kendi içinde olası tüm evrenleri barındırır.

Bu bağlamda bilinç ne olabilir? Ben bilinci her şeyden önce bir “farkındalık hali” olarak yorumlamaktayım. Bizim özümüz gibi görünen tüm fenomenal görüngülerin ötesinde bir farkındalık hali. Cinsiyetimiz, coğrafi konumumuz, bilgilerimiz, devraldığımız veya karşı çıktığımız inançlar… tüm bunların ötesinde bir varoluş farkındalığı. Bunun aynı zamanda, dinlerin nüvesinde de bulunan o “tanrısal fışkırışın” özü olduğuna inanmaktayım. Teolojik planda bu durum, Tanrı’nın bizzat kendisinin farkına varması ve sayısız varlığı bir tür sevgi ile bağrından fışkırtması veya yaratması olarak ifade edilmekte. Varoluşsal anlamda ise, varoluşun her tür özden önce gelmesi ve insanın kendi varoluşunun farkına vararak bir tür istem dışı özgürlüğe mahkum olması. Ama bitmedi. İster varoluşsal yaklaşımla ele alalım, istersek dinsel yaklaşımlarla ele alalım, insanın bilinci anlamada, salt kendini referans tutmasını son derece yanıltıcı görmekteyim. Bunların dışında, insanı da kapsayan ama insandan çok farklı olabilecek ve tüm varoluşa damgasını vuracak bir total bilinç olabilir. Bunları yazarken, “evren” veya “evrenler” tanımlamalarını kullanmaktan ısrarla kaçınıyorum. Zira bana göre “varoluş” olası tüm evrenleri, zihnimizde bir türlü canlandıramadığımız bir “sonsuzluğu”, zamansızlığı, mekansızlığı ifade eden genel bir durumdur.

Yine bu anlamda, insan bilincinin sanki kademe kademe yükselmekte veya değişmekte olduğunu savunabilirim. Bu değişimin bir sonu olacak mıdır, yoksa bir yerden sonra her şey yeniden başlayacak mıdır, bilemiyorum. Hem bitmeyen “bengi dönüş” düşüncesi hem de bilinç arayışının bittiği bir tür durağan cennet durumu bana eşit derecede korkutucu görünmekte. Bunlardan birincisinde, bilincin sürekli parçalanması, yeniden toplanması ve aynı şeyleri yeniden yaşaması gibi bir durum var. İkincisinde ise bilincin durağanlaşması, bir “an” içinde donup kalması gibi tuhaf bir durum sezmekteyim.

Bilinçle alakalı olacak şekilde “gerçeklik” tanımım ise, bir “mutlak doğru” hâli değil, bilincin kendi doğası içinde ve kendi fizik gerçekliklerine bağlı olarak kurduğu ilişkilerin bütünüdür. Bu anlamda, yaprakların üzerinde dolaşan bir kurtçuğun da kendi gerçekliği vardır ve bizim gerçekliğimizin onun gerçekliğinden daha doğru veya daha iyi olması gerektiği gibi bir varsayımda bulunamayız.

Belki de soruların sorusu şudur: varlığımızın nasıl farkına vardık?

Bu sorunun çözümü için bilimler, din ve felsefe kendi yaklaşımlarını sergileyebilirler, hatta ortak hareket edebilirler.  Cevabın kısa vadede verileceğini zannetmiyorum; hatta orta yerde net ve formüle edilebilir bir cevap olduğunu dahi zannetmiyorum. Çünkü, buna bir cevap verdiğimiz anda, sanırım, bir kere daha kendimizi tüm varoluştan soyutlayarak lokal bir cevap vermiş olabiliriz. Dahası -fazlası ile ütopik görünebilir- ben varoluşun en büyük hazzının bu ontolojik sorunun kesin bir cevabını veremememizde saklı olduğunu düşünmekteyim.

O zaman, varlığımızda, farkındalığımızda bir anlam “aramak” yerine, o anlamı bizzat oluşturmak bana daha mantıklı görünmekte. Doğru mu, yanlış mı ? Sanırım bunun doğrusu yanlışı yok. Bu durumda Niels Bohr’un o derin sezgisi devreye giriyor: “tersi de doğru olabilen daha derin doğrular.”

Bilinç, farkındalık, insana müthiş bir coşku sağlamakla birlikte, kaçınılmaz olarak bir dizi acı soruyu beraberinde getirmekte. Varoluşunun farkına varan insan, bunun hemen ardından öleceğinin de farkına varıyor. Bu ise, derin bir endişe doğuran psikolojik sorunlar ortaya çıkarmakta. Dinler, vaat ettikleri ölüm ötesi dünya inancı ile bu sorunların üstesinden gelebiliyorlar. Çok insanın, üzerinde pek düşünmeden öylece inandığı “cennet” ise, aslında bir tür huzur durumuna gönderme yapmakta. Bunu hafife alamayız, çünkü birey psikolojisi üzerindeki etkisi gerçekten güçlü.

Ben umutluyum. Belki kendimi kandırıyorum ama yine de umudumu kaybetmek istemiyorum. İnanıyorum ki, -inanmak kelimesini kullanmak zorundayım- evet, inanıyorum ki tüm varoluşun doğası kötü değildir. Bazen acı verebilir ama kötü değildir. Ve hepimizin tek tek hissettiği bu varoluşun içinde, kurtuluşumuzun, yücelmemizin anahtarı, öncelikle kendi varlığımızım hiçliğini, boşluğunu derinden görebilmektir.

Ve belki bundan sonra, var olan hiçbir şeyi küçük görmeden, yepyeni bilinçlere ulaşabiliriz.

Umarım…

Saygılar.

Levent Ertürk | Tabusal.com



1405 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

Yazarın diğer yazıları

Forrest Gump: Masumiyete Koşan Adam - 30/05/2018
........
Sodom ve Gomore Şehirlerinin Öyküsü - 01/02/2018
...
Tanrı Bumba - 25/08/2017
Bir Orta Afrika halkı olan Boshongo kabilesinin yaratılış miti. Boshongolar, Tanrı’ya “Bumba” derler.
Burada ve Şimdi Olan... - 01/08/2017
...
Apaçi Yerlilerinin Yaratılış Miti - 22/04/2017
Başlangıçta hiçbir şey yoktu. Ne yeryüzü, ne gökyüzü, ne Güneş, ne Ay …sadece karanlık her yeri kaplamıştı.
Mavi Peri - 12/02/2017
Biliyor musunuz, çocukluğumda okuduğum bazı çocuk romanlarının ne kadar değerli olduklarını, ne büyük bir emek ve sanat gücü ile yazıldıklarını ancak seneler sonra fark edebildim.
Krishnamurti’yi Okumak - 02/12/2016
Öyle görünmekte ki, bizlerden ayrılan bu kartal kendi göklerinde uçarken, yerde, pislikler ve çürümüş yiyecekler arasında milyarlarca böcek bitmek bilmeyen iştahlarının peşinden koşacaklar.
Samuray Savaşçılarında Çay Kültürü - 14/10/2016
Geleneksel Japon savaşçıları olarak bilinen Samuraylar, başlangıçta toprak ve çiftlik sahiplerini yağmacılara karşı korumak için kurulan paralı asker birlikleriydi.
Bukowski’yi seviyorum. - 10/04/2016
Kimse kusura bakmasın, böyle bir adam küfürsüz anlatılamaz. Bu serseri orospu çocuğu işi biliyor.
 Devamı